Yüreğimde ki Tını
Yüreğimde ki Tını;
Gökyüzünde yanmayan güneş, yeryüzünde esmeyen boran kalmamıştı. Denizler hırçın, orman gürültüden inim inim inliyordu. Diyarbakır’ ın bir GARİP köyüne doğru. 1930‘ li yıllar doğa her türlü sesi getiriyordu adeta….
Küçük beyaz boyalı, bohça cumbalı bir ev de bir telaş var dı ki sormayın gitsin. Loğlanmış Ten rengi bir dam da tütün sarmış iki ihtiyar dizlerinin üstüne çökmüş duman üstüne duman tüttürüyordu yan bacanın yanında.
Köyde, ne ekmek ne de yemek vardı. Karapınar’dan akan buz gibi soğuk sudan başka bir şey yoktu. O suyu da kadınlar bir telaşla çekiyordu. Ne olduğunu ilk bakışta anlamak mümkün değildi. Memo yanındaki Hasan’ a sordu…
- Bu telaş niye, herkes belli belirsiz koşuyor ama nedendir bilinmez?
Hasan - Bak o karşıdaki ev var ya, işte orada bir doğum olayı var. Bu telaş onun için…
Rüzgarın ıslık öttüren sesinden, evdeki sesleri duymak mümkün değildi. Neden sonra bir sessizlik oluştu ve ansızın bir bebek ağlama sesi duyuldu Karapınar’ ın köşesinden.
Memo Hasan a dedi ki;
Ha bu doğan çocuk var ya dünyaya gelirken çok sesler çıkarttı. Dünyada da bayağı bir sesi çıkar herhalde!.... Olur mu olur Kim bilir dercesine bir işaret yaptı Hasan…..
Muhtar yürüyerek çeşmenin önünden köy içine doğru yoluna devam ederken Memo seslendi. Muhtar emmi çocuk kız mı ? oğlan mı?
Muhtar ; İhsan doğdu İhsan, insan oğlu insan adı da İhsan… dedi……
Haftalar, aylar sonra İhsan SIRLIOĞLU diye geçti nüfusa adı. Böyle enteresan bir doğum öyküsü ile karşımıza çıkan İhsan SIRLIOĞLU henüz iki yaşına yeni gelmişti ki babasını kaybetti. Annesi tarafından yokluk ve sıkıntı içerisinde büyütülen İhsan SIRLIOĞLU 17 yaşına gelene dek çevre köylerdeki işlerde çalışarak para kazanmaya çabalardı. Bu yokluk canına yetmişti ve bir gün yetişkin olduğunda İstanbul’ a çalışmaya gitti. Mimar Sinan da Maden de çalışmaya başladı, maden kapanınca lastik fabrikasında işe girdi. Ekmek parası için ha babam de babam çalıştı. Sonra, Onu Erzurum’ a Askere gönderdiler. Askerlik, hayatı ona adeta tersinden giydirmişti.
Askerden dönünce yeni tanımaya başladığı dünyada yaşamın hakla hukukla pek yürümediğini görünce eline geçirdiği sazı ile geleneklerini yürütürken feyiz aldığı ustalarından öğrendiği sazını sırtına vurdu ve çıktı gurbetin taştan sert, dilden yumuşak dokunaklı yolarına.
Diyar diyar gezerken;
Ona bir röportajında sordular;
Türkiye de sosyalist harekette önde gelen ozanlarımızdansınız neden sosyalizm?
Bu soru İhsani ’ nin yaralı yüreğini ortaya dökmeye yetti de arttı bile……
İhsani bu tabi ki anlatacak ama, arı özünü katmayınca bal pelte olur derler o misalde işte..
Mutlaka özünü katabilmek için işin en başından başlar anlatmaya ki iyi anlayabilelim.
Yaşadığım çeşitli olumsuzluklardan dolayı sazı tek başıma çaldım. Çaldım, çaldım az da olsa bir şeyler öğrendim. Kendimi Anadolu deryasına attım. Dolaştım çaldım, dolaştım.
Bir ara yolum Ege’ye, Manisa’ya düştü. Ünlü Manisa Tarzan’ı ile tanışıp yanında bir ay kadar kaldıktan sonra Uşak’a vardım. Böyle garip garip gezerken birden döküldü yüreğimden tınılar….
Bulmadım
Kalktım ki feleğe meydan okuyam
Güreşecek yer aradım bulmadım
Sıkı hazırlandım karnın deşmeye
Sivri uçlu ker aradım bulmadım
Zalim beni öldürmenin kastine
Gürz ü kalkanını almış destine
Ben de silahlandım fakat üstüne
Yürümeye fer aradım bulmadım
İhsani elaman tutuldum şuna
Diri diri yaktı beni kurşuna
Hasılı feleğin birgün karşına
Çıkacak bir er aradım bulmadım
Saza sarılırken kafamızda Güllüşah adlı bir kız adı katılmıştı. Ona aşıkmışım gibi türkülerimi onun adına yapıyordum. Onun adını söylüyordum. Uşak’ta birkaç gün kaldım. Bir ara Hapishane müdürü aldı beni evine götürdü.
Bir iyice karnımı doyurduktan sonra, sana Güllüşah kızı bulduk, dedi. Kızı aldı bana gösterdi. Kız güzeldi ama kafamdaki Güllüşah ’a benzemiyordu. Baskı yapıldı. Kızı nikahlayıp hemen saz öğrettim ve.. Güllüşah adını ona verdim, Anadolu’ya attık kendimizi. Yıl 1957 idi. Olduk Aşık İhsani ve Güllüşah. Halk hemen bizi tuttu, ilgi üstüne ilgi gösterdiler…
Bunu duyan, Kerem ile Aslı, Leyla ile Mecnun, Tahir ile Zühre kitaplarını çıkaran kitapçılar bizi, geldi aldı ve ilk ilk kitabımız çıktı, Aşık İhsani ve Güllüşah…..
Aşık İhsani’ nin yüreğindeki Tını hiç dinmiyordu.
Ha bire anlatıyor. Yanlışa kafa kaldırıyor. Haksız a dem vuruyor. Velhasıl bu dünya yaşamı ile bir kavgadır Gidiyordu.
Tabi bu sıralarda yıl 1957 ve Demokrat parti zamanı o dönemde binlerce kavga ile geçti İhsani deki yaşam.
İhsani anlatmaya devam eder.
1958’de Ankara Radyosu, Yurttan Sesler şefi Muzaffer Sarısözen bizi de programa aldı. Çarşamba günleri Güllüşah’la karşılıklı saz çalıp türküler söyleyince halkın ilgisini daha çok çektik.
Bu arada Cumhurbaşkanı Celal Bayar ve Başbakan Adnan Menderes ile tanıştırıldık. Uzun zaman gürüştük. Onlara şu türküyü söyledik:
Hey ağalar bahtiyarız mesuduz
Evvel Allah sonra Demokrat Parti
Her köşesi cennet oldu yurdumuz
Evvelallah sonra Demokrat Parti
Nice istasyonlar nice garajlar
Nice fabrikalar nice barajlar
Yapıldı düz oldu keskin virajlar
Evvelallah sonra Demokrat Parti
Sırılsıklam cahildik. Ama sazımızı türkülerimizi sürdürüyorduk.
Derken;
27 Mayıs 1960 darbesi yapıldı, askerler geldi, kaldı. Bir ara Ankara Radyosu’nun üst katında, üçüncü tiyatro salonunda, Türk Ocakları’nın 51. yıldönümü töreni yapıldı.
27 Mayıs’ın Başbakanı Fahri ÖZDİLEK ve kor diplomasi (büyükelçiler, konsoloslar) ve ötekiler vardı. Sanatçılar geç kalınca beni aradı buldu sahneye çıkardılar. Saçım sırtımı, sakalım göğsümü dövüyordu. Kendime öz bir biçimde bir urba giyiniktim, ayakta saz çalıyordum o zaman. İlk, yeni yaptığım türkümle girdim.
Türkümü okurken Başbakan ayağa kalktı ve tüm gücüyle bağırdı: “Atın şu komünisti oradan.. ” Tabii kor diplomasi şaşkın.. Ne olduğunu öğrenmeye çalışırken ben karakolda…
Hey gidi yüreğim benim hey… Dedi Büyük ozan…
Yaklaşık bir yıl sonraydı. Türkiye’nin dışarıya tanıtılması için kısa metrajlı bir film yapılacaktı. Filmin yapımı Fransız’ lara verilmişti. Yönetmen beni, Güllüşah, küçük oğlumuz Garip’i aldı, Ürgüp Peribacalarına gidildi. Film yapıldı ve bu film Avrupa’da beş ödül aldı.
1962’de milletvekilleri maaşlarını artırmaya kalkıştı. Duyunca hemen yanıma birkaç halk ve halk ozanını aldım, parlamentonun içine kadar gidip protesto ettik, maaşları geri aldırdık..
Git Efendi
Git efendi hançerlenmiş yaramı
Eşeleyip tazeleme bu sıra
Köyüm yolsuz ben kanunsuz yaşarım
Utan da şu asıra bak asıra
Demek vekilimsin vay benim başım
Yediğin her yemek bir yıllık aşım
İçtiğin her kadeh dolu göz yaşım
İşlediğin kusura bak kusura
Alemin fezaya gittiği günde
Dermanı alınmış dert dolu bende
Başkasının toprağının üstünde
Sarındığım hasıra bak hasıra
De şimdi yaşamak denir mi buna
Ahırda doğurur gelinim Suna
Ağaların çıkarları uğruna
Köy dolusu esire bak esire
Ne demek oluyor bilginiz çoksa
Binimiz aç ölür birimiz toksa
İstemem değişsin bu gidiş yoksa
Elimdeki nasıra bak nasıra
Bu arada Belçika Kültür Bakanı Türkiye’ye geldi. Kültür Bakanımızla görüşürken oradaydım ve kendisini bizim fakirhaneye davet ettim.
Ertesi günü akşamı 25 kişi çıktı yemeğe geldiler… Bakanın adı Artur Olot’tu. Adam ülkesine gidince ünlü dergilerinde şu başlıkları okuduk; “Türkiye’de üç şey ilgimi çekti. Bir, her kesimin Atatürk’e sarıldığını, 2. Parlamentoda eski cumhurbaşkanı Celal Bayar’a af teraneleri. 3. Saçı sakalı gibi up uzun görüşlü Aşık İhsani… ”
Türkiye İşçi Partisi kurulmuştu. İşçim, köylüm, açlık falan diyorlardı. Ben de bunları şiire döktüm. İlk yazdığım devrimci şiirim şu oldu; “Korkuyorlar, korkacaklar, korksunlar / Geliyoruz, geleceğiz, yakındır” ve öteki devrimci şiirlerim peş peşe oluştu.
Bu şiirleri yazarken cehaletim sürüyordu, ama yazıyordum. Bıçak kemikte… Nazlı.. Ağasız dünya…… derken “Ağalı Dünya” adlı kitabım çıktı. Ve eski dostlar düşman oldu, yeni dostlar edindim.
Çetin Altan Milliyet’teydi. Birkaç şiirimi almış yayınlamıştı. Ağalı Dünya durmadan bitiyor, ben durmadan matbaalara gidiyor yenisini çıkarıyordum. Böylesi bir günde, hanım şairlerden Sennur Sezer beni aldı İstanbul dışına çıkardı. Geziyorduk. Sennur bir ara, bak İhsani, Çetin Altan burada oturuyor. Gel istersen gidelim, dedi. Akşamdı. Vardık. Çetin rakı içiyordu. Bir kadeh bana da verdi ve haydi sıhhatine derken ben kadehimi az aşağı indirip tokuşturunca Çetin atıldı “kimsin ulan, Sovyetler Birliği’nden gelmişsin değil mi, bizi denetlemeye geldin, hadi konuş… ” Çetin Altan sonraları benim için çok yazdı.
Yazdıklarım görülmemiş şiirlerdi. Edebiyat piyasası alak-bullak olmuştu. Cahil, köyden gelmiş, okul yüzü görmemiş birinin bu şiirleri, Ağalı Dünya’yı yazdığına inanmadılar. Yüzüme karşı, bu şiirleri, kitabı sana Sovyetler Birliği’nden gönderdiler, deyip deyip duruyorlardı. Böylesini hiç görmemişlerdi. Hele bir halk ozanından hiç….Galata Köprüsü’nde Ağalı Dünya’yı yüz kuruşa satıyorduk. Bir akşam üstü kadının biri yanıma yaklaştı; “Pertev Naili Hoca seninle görüşmek istiyor” deyince tası tarağı toplayıp yola çıktık. Pertev Naili Hoca adını, Anadolu’da öğretmenlerden duymuştum. Türkiye’nin tek “halkçılık kürsüsü” profesörüydü. Vardık ki ne görelim, tüm edebiyatçılar tıklım tıklım salonu doldurmuş, Hoca’yı ortalarına almışlardı. Hoca’nın elini öptük. Sonra da Hoca, İhsani, bize bir iki türkü söyler misin, deyince saza sarıldım, başladım söylemeye… Türkünün bitiminde, Pertev Hoca edebiyatçılara döndü, evet İhsani bir halk ozanıdır, der demez oradakilerin tümü birden oh dedi, rahatladılar.
Evet. Benim gibi cahil birinin görülmemiş bir biçimde devrimci kitap ve şiirler yazmasına inanmak istemiyorlardı. Bu nedenle Halkçılık kürsüsü profesörü Pertev Naili Boratav’ı Paris’ten getirdi. Benim Sovyetler Birliği’nden mi geldiğimi ve normal bir halk ozanı mı olduğumu öğrenmek istediler. Bunların tüm belgeleri bendedir.
1960’tan 1977’ye kadar bana pasaport vermediler. Ecevit o zamanlar başbakan ve dostum olduğu halde bana pasaport verilmedi. 1977’lerde bir yolunu bulup Almanya’ya attım kendimi, halk geceleri ve televizyonlara çıktım. Bu arada Belçika ve öteki ülkeler de bana el uzattı, halk gecelerine ve televizyonlara çıkardılar beni. O ara Avrupa’dan üç de şiir ödülü aldım.
Yüreğim kıpır kıpır ediyor. Yüreğim deki tını sazıma akıyordu…………
İlk okuduğum kitap Fuzuli’nin “Saadete Ermişlerin Bahçesi” isimli kitabıdır. Bugüne kadar 24 kitabım yayınlandı. İkisi yabancı dillere çevrildi. Ağalı Dünya ve Beyaz Köle. Taş plak, 45’lık plak, long play ve kasetlerim epey çıktı. Long play lerim den biri ABD’de biri de, SSCB’de çıktı.
İhsani’ ye bir soru daha geldi bu röportajda;
“ Eşitlik, özgürlük, tam bağımsızlık, laiklik, demokrasi, hakça bölüşüm diyorsunuz her konuşmanızda, eserlerinizde. Bu kavramlar için Türkiye’de bu kavramları savunduğunu iddia edenlerin gerekli mücadele verdiğine inanıyor musunuz?”
Hayır dedi büyük ozan
İnanmıyorum.
Herkes üzerine düşen görevi yapmış olsa sorunlar daha da azalacaktır. Zaten temel sorun da orada yatıyor zaten.
Derken bir soru daha geldi Ozan’ a;
Halk ozanı kimdir, halk ozanlığı nedir?
Halk ozanı halkın yanında olandır. Yani halkın görmeyen gözü, duymayan kulağı, söylemeyen dilidir. Yani halk bir derya, halk ozanı bir balıktır. Dahası, halk kır çiçekleri, halk ozanı bir arıdır. Bir de şöyle diyelim halk ozanı, derin ve karanlık kuyulara atılan halkını kartal pençeleriyle çıkarıp apaydınlığa götürendir. Halk ozanının okulu yoktur. Halk, derdini belasını sevincini söyletmek için ozanını yaratmıştır. Halk var oldukça ozanı da olacaktır.
Derken yüreğindeki tınıları halkına doğru akıtandır. Ozan dedi……
El verdi vasiyet etti…….
Benim Oğlumsun
Sana oğlum demem hayatta çiğsen
İstemem başına altın taç giysen
Yetiştirip iki ağaç diktiysen
İşte sen o zaman benim oğlumsun
Zalimin önünde boyun eğmezsen
Haram malı helal deyip yemezsen
Ben islamım o gavurdur demezsen
İşte sen o zaman benim oğlumsun
İyilik etmeyi az çok sezdin mi
Kötüyü gördüğün yerde ezdin mi
Şerefinle gurur duyup gezdin mi
İşte sen o zaman benim oğlumsun
İhsani ’yem benim idi giden dün
Yarınlar senindir iyice düşün
İnsan olduğunu öğrendiğin gün
İşte sen o zaman benim oğlumsun
Bu yürekteki tını, gönülden gönüle akan ince bir sızı, aynı gönülde neşeyle çalar sazı, ayrı yürekte ne bahar görür ne de yazı, kahpe felek yazmasın kara yazı, papatyalar, sümbüller laleler ister durur, her dem baharı her dem yazı.
Böyledir Anadolu ozanları kendilerini anlatırken, san ki kilimin altına girerler. İncelirler incinirler ama, karşımdaki dost aman kırılmasın derler, öte yandan zalime soysuza haddin bildirirken, istersen hiç geçme yanından, küheylan olur da kükrer sazın üstünden, çağlayanlar gibi akıp geçerek söylediği sözlerle, dünyayı dize getirirler.
İşte İHSANİ ler ve daha niceleri, bu yolun erenleri, böyle tutarlar bu büyük görgü cemini,
Hoşça kalın, Dostça kalın İHSANİ ile kalın sevgili dostlar……..
Cihangiray ŞUMNU
(OZAN GARİP)
15.08.2017
Başa Dön
Yorumlar -
Yorum Yaz